Yaşamım ve hobilerim

Söküğü Dikmek

Bu yazı tarafından 31 Oca 2012 tarihinde Ekoloji bölümünde yayınlandı. 0 yorum aldı ve 655 defa okundu.

Ozon gazı, organik canlılar üzerinde son derece ağır etkileri olan zehirli bir gazdır. Öte yandan yine de canlı hayatının devamlılığı için, daha çok tanınan kuzeni oksijen (O2) kadar ihtiyaç duyulan bir gazdır. 1830’ da laboratuar ortamında keşfedilen ozonun, atmosferde doğal yollarda oluşabildiği 1850’ de saptandı. 1920’ lerde Oxford Üniversitesi’ nden Gordon Dobson, ozonun stratosferde önemli bir rol oynadığını fark etti ve atmosferdeki ozon miktarını belirleyebilmek için “Dobson Birimi” adında bir tanım yaptı. 1957’ ye kadar ozon araştırmaları sadece bilimsel merak tarafından yönlendiriliyordu fakat bu tarihte ozon ölçme çalışmaları ciddi şekilde başladı.

[nrelate-related]

Sorunun ilk işareti 1970’ lerde stratosferin Güney Kutbu üzerindeki bölgesinde ölçülen ozon yoğunluğu miktarının belirgin bir şekilde sıra dışı görünmesiyle ortaya çıktı. Aygıtların belirlediği ozon kaybı şaşkınlık verici miktardaydı: 1955’ de Güney Kutbu üzerindeki hava 320 Dobson birimindeydi. 1975’ de 280 ve 1995’ de ise yalnızca 90 birim ölçüldü. Diğer bölgelerden bildirilen ozon düzeylerini görece istikrarlı oluşu göz önüne alındığında bu sayılar öylesine tuhaftı ki, uzun bir on yıl boyunca bunların bir çeşit aygıt hatasından kaynaklandığı düşünüldü. Ancak daha 1974 yılında Crutzen, Rowland ve Molina adlı bilim insanları bu azalmanın gerçek olduğunu ve bunun insan yapımı kimyasallardan olduğunu ısrarla savundular. Çalışmalarının değeri ancak 20 sene sonra anlaşılabilmiş olacak ki, kimya dalında Nobel ödülünü ancak 1995’ de alabildiler. İnsanoğlu bazen gerçeği kabul etme konusunda çok isteksiz olabiliyor.

 

Aslında ozon gazı kısa ömürlü bir gazdır. Stratosferin üst kısımlarında ultraviyole ışınımların etkisiyle O2 atomuna bir adet O atomu daha bağlanmasıyla oluşur. Sürekli ilave olan atomu kaybedip tekrar yakalayan molekül kalıcı olmaz ancak güneş ışığı sonsuza kadar yeni moleküller yaratmaya devam eder. Bu şekilde sürekli olarak yaklaşık 10 ppm’ lik oran sabit kalır. Ozon tabakasının önemi ise gezegenimizin üzerinde koruyucu bir katman olmasından gelir. Ozon gazı sayesinde dünyaya ulaşan UV ışınlarının yaklaşık % 95’ inden korunuruz. Ozonun bu etkisi olmasaydı morötesi ışınımın DNA’ yı ve hücrelerimizdeki diğer kimyasal bağları yok etmesi sonucu ölürdük.

Ozon tabakasının yok olmaya aşlaması, bu durumun fark edilmeye başlamasından çok öncelere dayanır. 1928 yılında endüstri kimyageri Thomas Midgely (Bknz: Kurşunlu benzin) bir takım kullanım alanları için kloroflorokarbon (CFC) gazı üretti. Bu gaz başlangıçta soğutma amaçlı kullanılıyordu ama zehirli olmamaları, yanmamaları ve kimyasal tepkimeye girmeme özellikleri sayesinde kullanım alanları kısa sürede genişledi. Suni köpük yapımı, otomobil klimaları, buzdolapları ve spreylerde kullanılmaya başlandı. Üretimleri ucuzdu ve büyük kimya firmaları bu karlı iş alanına girmekte gecikmedi. Düşük maliyetleri ve görünüşte zararsız olmalarından dolayı ne geri dönüşümleri ne de güvenli boşaltılmaları için çalışma yapılmadı. 1950’ lerden itibaren spreylerde kullanılmaya başlanmasıyla, atmosfere karışan CFC’ lerin %75’ inden fazlasından, güzel kokan bayan ve baylar sorumluydu. Atmosfere karışan CFC’ ler 1930’ da yılda 100 ton iken; 1960’ larda yılda 150000 ton seviyesine; 1974’ te ise 1200000 tona ulaşıldı. İşin acı tarafı bu CFC’ lerin tamamı sanayileşmiş ülkeler tarafından kullanılıyordu.

 

CFC’ ler kolaylıkla buharlaşır ve salındıktan sonra hava akımlarının etkisiyle stratosfere doğru yükselir. UV ışınımının etkisiyle yapılarındaki klor atomu açığa çıkar. İşte ozon gazına zarar veren atom da budur. Tek bir klor atomu 100000 ozon molekülünü parçalar. Klor gazının yok etme etkisi -40C’ da en yüksek seviyeye çıktığı için, daha soğuk olan Güney Kutup bölgesine daha büyük hasar vermiştir. Gazın kararlı yapıda olması zararlı etkisini arttıran önemli bir faktördür. Bir kere atmosfere salındıktan sonra 100 yıl kadar dolaşımda kalabilirler.

 

CFC’ lerin sanıldığı gibi kısa sürede yok olmayıp atmosferde biriktiği 1970’ li yılların başında fark edildi. Yapılan ölçüm ve hesaplamalarla o güne kadar üretilen CFC’ lerin neredeyse tamamının var olduğu kesin bir şekilde anlaşıldı. Kamuoyu oluşturmaya yönelik ilk adımlar sonuçsuz kaldı ama yine de toplumun bu konuyu fark etmesini sağladı. Sanayi lobisi ve dev kimya şirketleri CFC ile ozon delinmesi arasında bir ilişki olmadığını iddia ettiler. Tabi ki Türkiye’ de olduğu gibi ABD’ de de şirketleri desteklemeye hazır olan siyasetçiler vardı. Radyasyonlu olmadığını iddia ettiği çayı içen zihniyet orada da sektöre zarar vermektense güneş kremi kullanıp şapka takmayı önerdi.

 

Siyasetçilerin açıklamaları ve kimya firmalarının kampanyaları kamu hassasiyetini azaltmaya yetmedi. Endüstriden gelen maliyet itirazlarına rağmen 1985’ de Viyana’ da bir araya gelen 20 ülkenin temsilcileri, ozon tabakasını korumaya yönelik bir antlaşma imzaladılar. Bu anlaşma, eksik ve yetersiz yönlerine karşın ortada bir sorun olduğunun kabul edilmesi bakımından önemlidir. Aynı yıl Antarktika’ nın üzerinde büyük bir “delik” –aslında incelme demek daha doğru olur- bulununca duyarlılık arttı. Daha önce verilerin hatalı olduğu düşünülen 1979 yılındaki incelme miktarı 1 milyon kilometre kare alandayken; 1985’ de bu rakımın 20 milyon kilometre kare mertebesinde olduğu tespit edildi.

 

Uluslar arası önlemler, BM Çevre Programı tarafından başlatıldı ve 1987 Montreal Antlaşması’ nın imzalanmasını sağladı. Bu antlaşma da yetersizdi ama hiç değilse CFC üretiminin azaltılması için ilk kez hedef belirlenmişti. Kimyasal madde sektörü bu kesintilere karşı çıktığı için ABD ve İngiltere gibi ülke hükümetleri de karşı çıkıyordu (sizi şaşırttı mı?) Firmalar bir yandan da CFC’ lere alternatif üretmeye çalışıyordu. Bu alternatiflerin bulunmasıyla bir anda hem şirketler hem de hükümetler CFC’ lerin azaltılmasına destek vermeye başladılar.

 

ABD ve İngiltere sorunu çözüldükten sonra bir de Çin ve Hindistan sorunu ortaya çıktı. Bu ilkeler bu gazın nimetlerinden daha yeni yeni faydalanmaya başlayan bu ülkeler, kendi yaratmadıkları bir sorunu çözmeye yanaşmadılar (peki bu sizi şaşırttı mı?) Bu durumda şöyle bir yol geliştirildi. CFC’ ler ve hala zararlı olan ilk alternatiflerinin üretimi sanayileşmiş ülkelerde 2020’ den itibaren; gelişmekte olan Ülkerlerde ise 2040’ dan itibaren tamamen durdurulması benimsendi.

 

Bazı değişikliklerin çok yavaş gerçekleşmesine rağmen, uluslar arası toplumun ozon tabakasına verilen zararı sınırlayıcı anlaşmalar yapma konusunda başarılı olduğu çok açıktır. 1997’ ye kadar stratosferdeki ozon miktarı her on yılda %8 azalıyordu; 1997’ den sonra ise azalma hızı her on yılda %4’ e düştü. 2006’ da Antarktika’ daki incelmenin artık büyümediğinin ilk işaretleri görüldü. Şu anda ozon tabakasındaki hasarın bu yıllarda (2010) tepe noktasına ulaşacağı ve sonra da gerilemeye gireceği öngörülüyor.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir