Yaşamım ve hobilerim

Royal Albert Hall

Bu yazı tarafından 21 Haz 2012 tarihinde Mekanlar, Yaşam bölümünde yayınlandı. 0 yorum aldı ve 961 defa okundu.

Avrupa’ dan bahsederken zaman zaman “yaşlı kıta” tabirini duyarsınız. Bu tabirin tabiki kıtanın jeolojik yaşıyla ilgisi yok; üzerindeki “medeni” insan yaşantısının eskiliğidir vurgulanan. Ben de yaşlı kıtanın yaşlı kentlerini gezerken, medeniyetinin nişanesi olan mekanları mümkün olduğunca ziyaret etmeye çalışıyorum. Londra seyahatim sözkonusu olduğunda ilk baktığım mekanlardan biri de Royal Albert Hall idi. Yüzyıllardır şehrin kültürel hayatının başrolünde olan yapı kuşkusuz görülmeye değerdir.

Önce biraz tarihçe anlatayım. 1851 yılında Hyde Park’ da “Great Exhibition” adıyla bir fuar düzenlenmiş. Fuarın başarısı sayesinde, Prens Albert, halkın aydınlatılması için kalıcı bir yapı yapmaya karar vermiş. Önerisi kabul edilmiş ve fuarın sağladığı bütçeyle arazi satın alınmış. Planlanan yapı yavaş ilerliyormuş ve 1861 yılında da halkın sevgilisi Prens Albert ölmüş. Onun ölümü projeyi sahipsiz bırakmamış hatta hızlanmasına sebep olmuş. Daha önce söylemedim galiba, Prens Albert, Kraliçe Viktorya’ nın kocasıdır. Kraliçe’ nin, kocasının çok önem verdiği bu projeyi tamamlamak istemesi gayet mormal.

Yapının mimarisinin antik anfitiyatrolardan esinlendiği belli. Yapımında ağırlıklı olarak kırmızı tuğla kullanılmış ve “terracotta” denilen kil içerikli taşlarla dekoratif şekiller oluşturulmuş. Kubbenin demir işçiliği Manchester’ da imal edilmiş ve Londra’ ya at arabalarıyla gönderilmeden önce deneme amaçlı kurulmuş. Tabiki yerde yapılan bu imalatla, 40 metre yükseklikteki yerinde yapılması gereken iççiliğin arasında çok fark var. Kubbenin demir işleri şantiyeye vardığında, montaj işinde sadece gönüllüler çalışmış. Çökme yaşanmasından korkuluyormuş ama neyseki bu gerçekleşmemiş. Yapı, Kraliçe’ nin denetimi altında hızla tamamlanmış. 8000 kişiyi alacak şekilde planlanmış olan yapıya, günümüzün güvenlik sınırlandırmaları gözönüne alındığında 5500 kişi alınıyor. Oldukça iddialı değil mi?

[nrelate-related]

1871’ deki açılışından sonra yapılan konserlerde görülmüş ki ana salonda ciddi bir yankı problemi var. Kubbeye asılan kanvasların yankıya pek etkisi olmamış. Tek bir ana kubbeden oluştuğu için bu sorun uzun süre çözümsüz olarak kalmış. Hatta şu şakalara da maruz kalmış: “Bir İngiliz bestecinin eserini iki defa dinleyebileceği tek yer”. Yapının ayırtedilebilir şekli savaş döneminde şansı olmuş. Alman pilotlar yön bulabilmek için referans olarak bu binayı kullandıklarından savaşta zarar verilmemiş.

 

1949’ da kanvaslar kaldırılmış ve aluminyum paneller ile çözüm aranmış. Ama 1969’ da kullanılan camyünü akustik panellere kadar sorun çözümsüz kalmış. Hala da akustiğiyle önplanda olan bir mekan değildir.

 

Bu ünlü binayı zaten görmek istiyordum ama içinde bir etkinlik varken görmek de ayrı bir tat verecekti. Londra’ ya geliş takvimim belli olduktan sonra Royal Labert Hall’ de o tarihlerde neler varmış diye araştırdım. Dileğim, herhangi bir klasik müzik konseri bulmaktı. Oysa takvimde o hafta da başka bir etkinlik gözüküyordu. Neymiş diye baktığımda ise özel bir tenis turnuvası olduğunu görüp, kendi kendime “tüh!” dedim. Ne alakaymış diyerek Royal Albert Hall’ ü aklımdan çıkardım ve gezinin kalanına konsantre oldum.

 

Aradan 8 – 10 geçtikten sonra tekrar aklıma düştü ve haydi bir daha bakayım dedim. Tenis turnuvası, hııımm, nasıl bir şey ki bu, sıkılır mıyım acaba? Klasik müzik dinginliğiyle biraz tezat değil mi tenis, hiç de bilmem ki, alsam mı acaba, bilet de var hala, belki de eğlenceli olur, alıyorum bak, tenisi de izlemiş olurum, ald…, aldııım.

 

Etkinliğe değişik duygularla geldim. Zaten binanın içine girdiğiniz anda büyüsü sarıyor sizi. Dış koridorlarda yürüyüp yerimin olduğu bölümden salona girdim ve o an bileti aldığım için şükrettim. O kadar etkileyiciydi ki, anlatamam. Binanın oturum büyük olmadığı halde yüksekliği o kadar fazla ki sanki önünüzde oturan kimse yokmuş gibi bir algı yaratıyor.

Gelelim tenis turnuvasına. Gelene kadar ne olduğuyla ilgili hiç bir fikrim yoktu, sadece özel bir turnuva olduğunu biliyordum. Maçlar 3 kategoride oynanıyor ve olayın aslı şov ve eğlence. Seyrettiğim ilk maç Goran Ivanisevic – Mark Philippoussis arasındaydı ve müthiş keyifliydi. Her ikisi de hala formunda ve güzel vuruşlar gösterecek kadar güçlüydüler. Seyirciyle etkileşimli, kendi aralarında şakalaşmalı, bir yandan da güzel hareketlerin sergilendiği bir maç oldu. İlk maç güzel geçince ikinci daha ne kadar iyi olabilir ki diye düşündüm. Çünkü artık güçten düşmüş veteranlar arasındaydı. İşin enteresanı, bu veteranlar maçında tenis hala güzeldi ve işin şov kısmı muhteşemdi, Özellikle Bahrami muhteşemdi. Spor oyunlarında şov diyince aklımıza Harlem geliyor ama bahsettiğim şey o değil. Kendiliğinden gelişen, eğlenmek isteyen insanların yapabileceği, yapay durmayan bir şovdan bahsediyorum. Üçüncü maç ise eski yıldızlar arasındaydı ve ilk iki maç kadar eğlenceli değilse de yine de güzel bir maç oldu.

Ben bu tip eğlence organizasyonlarına karşı biraz kapalıyım sanırım. Türkiye’ de de buna benzer etkinlikler oluyor ama hep gözardı ediyorum. Royal Albert Hall’ in büyüsünde izlediğim Aegon Tenis turnuvası çok güzel anlar bıraktı.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir