Yaşamım ve hobilerim

Berlin – 2011

Bu yazı tarafından 24 May 2012 tarihinde Geziler, Yaşam bölümünde yayınlandı. 0 yorum aldı ve 1.732 defa okundu.

Berlin’ e ikinci defa konuk oluyorum ve az da olsa tanıdık bir şehre geldiğimi hissedebiliyorum. Hedefim daha önce hiç gezmediğim veya hızlı geçtiğim yerleri görebilmek. Geçen geldiğimde mevsim sonbahardı; bu sefer ise kışın tam ortasında varıyorum bu güzel şehire. Üstelik de yüzyılın en soğuk kışı denilen kış. Neyseki hava korktuğum kadar kötü değil ama yine de sıkı bir yağmur karşıladı beni. Şehre gelmenin şaşkınlığı ve Tegel Havaalanına metro olmaması yüzünden pek yapmadığım bir şey yapıp taksiye bindim. 20 dakika sonra ucuz ama temiz otelime varmıştım.

[nrelate-related]

Kaldığım bölge küçük İstanbul olarak adlandırılan Kreuzberg. Bu bölge 2. Dünya Savaşı’ ndan beri göçmenlerin kaldığı bir bölge olmuş. Soğuk savaş yıllarında ise muhaliflerin, savaş karşıtlarının ve Türklerin bölgesi olmuş. Soğuk savaş bittikten sonra ise sadece Türklerin bölgesi olmuş. Burada pek çok dükkanın tabelası Türkçe ve sokakta ağırlıklı olarak Türkçe konuşuluyor. Bilerek tercih etmedim ama 3. büyük Türk şehri denen Berlin’ deki Türk hayatını daha yakından tanımaktan memnunum doğrusu.

Otele yerleştikten sonra kısa bir Kreuzberg turuna başladım. Kreuzberg’ in ana caddesi Oranien Strasse bu tura başlamak için iyi bir yer. Türk’ lerin Almanya’ daki doğal meslekleri lokantacılık. Dolayısıyla irili – ufaklı pek çok lokantaya rastlamak mümkün. Bunun dışında berber ve kuaförler de az değil.

İkinci günüme erken başlayıp Kreuzberg bölgesinde görmek istediğim iki yere gittim. Bunlardan ilki Temphof Havaalanı bölgesiydi. Artık kullanılmasa da hem savaş hem de soğuk savaş döneminin önemli yapılarından biriymiş. Binası ve bölge görülmeye değer. Görmek istediğim ikinci yer ise Deutsches Technik Museum idi ama bu konuya daha sonra değineceğim. Buradan yönümü Tiergarten bölgesine çevirdim ve hayvanat bahçesine doğru ilerledim. Daha önce Nürnberg’ de bir hayvanat bahçesi gezmiştim ve bundan da memnun ayrıldım. Mevsim kış olduğundan dolayı hayvanların çoğu iç mekana alınmıştı. Bu yüzden gezinin görsel değeri bir miktar azaldı. Zaten Berlin’ deki hayvanat bahçesi Nürnberg’ dekinden bir adım geride bence. Bunun nedeni de alan darlığı. Tabi yine de bu yazdıklarım gidilmemesi için sebep değil. Türkiye’deki hayvanat bahçeleriyle karıştırmayın, Almanya’ da bakış açısı çok farklı. Hayvanlar kafes içinde değiller. İhtiyaçlarına göre belirli alanlar ayrılmış ve çeşitli fiziksel engellerle hayvanlar içeri de tutuluyor. Hayvanlar kendi alanlarında serbestçe dolaşabiliyor ve izleyenler için böylesi daha iyi sonuç veriyor. Örneğin kaplanlar için ayrılan bölüm izleyicilerden, 8 – 10 m genişliğinde ve 2 – 3 m derinliğinde bir kanal ile ayrılmış. Bazı kuşlar tamamen serbestken bazıları 10 m yüksekliğinde bir ağla sınırlandırılmış.

 

Bahçe içerisinde yer alan akvaryum binası ise bende hayal kırıklığı yarattı. Gelmişken görmek en iyisi ama akvaryumları oldukça kirli bulabilirsiniz. Özellikle resif akvaryumları kötü durumdaydı. Tatlısu tankları pek çekici değildi ama yinede büyük köpekbalıkları ve çeşitli yılanlar görebilirsiniz. Belki de günün son programı olduğu için yorulmuş olmanın verdiği psikolojiyle yazıyorum bunları, daha sonraki gelişimde bir şans daha verebilirim. Berlin’ deki ikinci günümü Philarmonie konseriyle bitireceğim için dinlenmek için otelime dönmeye karar veriyorum.

 

3. günümde önceden kararlaştırdığım gibi müze turuna başlıyorum. Öncelikle belirtmem gerekir ki Berlin tam bir müze cenneti. Çeşitli ölçeklerde ve konularda 80’ e yakın müze var ve bunların bir çoğu konularında dünyanın en iyilerinden. Tüm müzeleri hızlıca gezmek için (kastım, her eserin en azından önünden geçip biraz vakit geçirerek dolaşmak) bile en azından 15 tam gün gerektirir. Ben kendimi fiziksel olarak zorlayarak günde 4 – 5 müze gezebildim ancak. Bu müzelerin şehrin dört bir yanına dağıldığını düşünecek olursanız önceden hangilerini gezeceğinizi belirlemelisiniz. Merak etmeyin size epey yardımım olacak.

İyi bir müze gezicisinin çözmesi gereken birinci sorun ulaşımdır. Bu sadece müzeler için değil şehrin kendisini görmek için de gerekli olduğundan size tavsiyem turistlere yönelik sunulan City Tour Card almanız. Bu kartlar –hatırladığım kadarıyla- 2, 3 ve 5 gün olarak sunuluyor. Kalacağınız günler boyunca bu kartı temin etmeniz iyi olur. Berlin metro sistemi bizdekiler gibi turnike içermiyor. Yani görünüşte trene bedava binmek mümkün ama bunu yapmayın. Vagonlarda sivil giyimli görevliler tarafından rastgele kontroller yapılıyor ve biletsiz yolculara para cezası uygulanıyor. Tabi asıl ceza düştüğünüz durum. Benim denk geldiğim kontrollerde hiç biletsiz yolcuya rastlanmadı. Yerel halkın kullandığı farklı kartlar var. Yani etrafınızdakilerin bilet almadan trene bindiğini görmek sizi aldatmasın, hepsinin cebinde kartları var. Siz biletinizi alın ve hem kendinizin hem de ülkenizin adını koruyun.

 

Belirtmem gereken diğer bir husus ise, makinalardan alınan bilet o haliyle geçersiz. Bileti aldıktan sonra platformlarda bulunan bir makinaya sokarak tarih attırmanız gerekiyor. Böylece artık yasal bir yolcusunuz. Ulaşım konusunu konuştuğumuza göre şimdi müzelere nasıl gireciğimizi konuşalım.

 

Nasıl mı gireceksiniz? Tabi ki parayla. Ama iyi planlarsanız az parayla. Berlin müzelerinin ortalama giriş bedelleri €8 civarında. Pergamon gibi en önemlileri ise €12’ ye kadar çıkabiliyor. Ama neyseki muhteşem bir müze kartları var. Bu kart her müzede geçerli değil ama yine de 20 – 30 kadar müzeyi (hem de en önemlilerini) kapsıyor. 1 günlük veya 3 günlük olanları var. Ben 3 günlük kartı tercih ettim ve €19 verdim. 1 günlük olan da sanırım €15 idi. Dolayısıyla şiddetle 3 günlük almanızı öneririm.

 

Müze kartıyla beraber, müzeleri kısaca tanıtan (Almanca ve İngilizce) bir broşür veriyorlar. Broşürde müzelerin yerini gösteren küçük bir harita da mevcut ama yalnızca bu haritayla dolaşamazsınız. İyi bir şehir haritası edinmeye bakın. Bu sorunu da City Tour Card ile birlikte verilen haritayla çözebilirsiniz. Her müzede ücretsiz olarak eşyalarınızı bırakabileceğiniz portmanto hizmeti mevcut. Bırakmaya çekinmeyin. Ayrıca müzelerin çoğunda ücretsiz olarak (bir iki müze hariç) İngilizce ve Almanca Audio Guide bulunmakta. Bu dillerden birini biliyorsanız mutlaka alın. Müzeden alacağınız fayda bir kaç kat artacak.

 

Türkiye’de de güzel müzeler var ama Almanya’ da müzeye olan yaklaşım çok farklı. Var olan eseri sergilemek dışında bir konudaki toplumsal bilinci yükseltmek, “ötekiyle” tanıştırmak, bilgilendirmek ve eğlendirmek temel yaklaşımları. Bu yüzden çoğu müzenin asıl kitlesi çocuklar. Gittiklerim dışında sadece çocuklar için hazırlanmış müzeler de var.

 

Peki şimdi geldik asıl soruya. Bu kadar güzel müze içinden hangilerini gezeceksiniz? Benim müzelere ayırabileceğim 4-5 günüm vardı, dolayısıyla bu soruya pek kafamı takmadım ve mümkün olan her müzeyi gezmeye çalıştım. Bu arada Berlin’ e bir aylığına geldiğimi filan düşünmeyin, şehirde zaten 5 gün geçirecektim ve bu geziyi tamamen müzelere ayırmıştım. Gezinin sonunda da kendi beğenime göre en çok tavsiye edebileceğim müzeleri kısaca anlatmaya çalışacağım. Elinizde daha iyi bir kaynak yoksa bu sıralamaya göre gezebilirsiniz.

 

Museum für Naturkunde: Müzeler sözkonusu olduğunda Berlir türünün en iyi örneklerini sunuyor. Bunlardan en önemlilerinden biri de Museum für Naturmunde’ dir (Doğa Tarihi Müzesi). Müzenin geçmişi 1716’ ya dayanıyor ama şu an sergilenen koleksiyonun çoğu 19. yüzyıl sonlarına dayanmaktadır. Binaya girer girmez koleksiyonun en gözde parçası sizi karşılıyor: Gerçek boyutlarıyla bir dinozor iskeleti. Geçmişin bu devlerini görmek, boyutlarına şahit olmak insanı şaşırtıyor.

Dinozorların keyfini çıkarmak için kendinize uzunca bir süre ayırabilirsiniz ama koleksiyonun kalanının da çok etkileyici olduğunu unutmayın. İçi doldurulmuş hayvanların sergilendiği bölüm çocukların ilgisini çekecektir. Koleksiyon da oldukça geniş bir mineroloji bölümü de var ve görülmesi gerekir.

 

Deutsche Technikmuseum: Gezeceğim müzeleri seçmek için listeye bakarken adı hemen ilgimi çektiği için (İstanbuuul Teeeknik lay la la laaay laay laaaaay) ilk gün programına almıştım ve gerçekten de yanılmadığımı gördüm.

 

Tarihsel süreçte Almanların etkin bir güç olmalarının ana sebeplerinden biri her dönemde teknik düzeylerinin yüksek olmasıdır. Bu müze işte bu teknik gücü sergiliyor, ama her alanda!

1940’ larda yapılan ve orta boy bir odayı dolduran bilgisayarlar, televizyon ve radyo alanındaki makinalar, kimya sanayi, fotoğraf ve film endüstrisi, bira üretimi (Hayır, bira ikram etmiyorlar) lokomotif, gemi ve uçaklar… Bu müzeye yarım gün ayırın ve önemli sayıda teknik gelişmenin tarihsel ilerleyişini öğrenin.

 

Bütün bunların dışında, muhteşem güzellikte ki gemi maketleri en çok vakit harcadığım bölüm oldu. Bu maketlerin kiminin ölçeği öyle büyüktü ki, maketin kendisi bile 2 m kadardı. Almanların müzelere yaklaşımından bahsetmiştim. Örneğin Tekknik Müzenin bu kısmının aydınlatması doğal ışığın çeşitli aynalarla birbirlerine yansıtılması ile yapılmış. Şeffaf çatıdan gelen güneş ışığı, orta galerideki aynalar vasıtasıyla en alt katın derinliklerini bile aydınlatmış. Belki küçük bir detay ama etkileyici sonuçlar bırakıyor.

 

Pergamonmuseum: Bundan sonra gezdiğim müzeyi sadece hayranlıkla değil aynı zamanda biraz hüzünle gezdim. Bu müzenin ana teması Bergama’ dan 20. yüzyılın hemen başında Berlin’ e getirilen yapı oluşturuyor. 19. yüzyılın sonunda diğer ülkeler başka konularla meşgulken Alman arkeologlar  dünyanın dört bir yanını dolaşıp çeşitli zenginlikleri ülkelerine götürüyorlarmış. (Naturkunde Museum’daki dinozor iskeleti, Altes Museum’ daki Nefertiti Büstü ve diğer pek çok parça dünyanın başka bölgelerinden toplanmış) Bergama Anıtını ise Carl Humann adlı arkeolog gün yüzüne çıkarmış. Berlin’ e geldikten sonra bu hazineye çok değer verilmiş. Umarım bu hazine bir gün anavatanına geri döner ve emanete iyi baktıkları için Almanlara teşekkür ederiz. Şöyle ki, bütün bina anıtın çevresine inşa edilmiş ve eksik parçaları mükemmel şekilde tamamlanmış. Bütün anıtı gözlerinizin önünde görebiliyorsunuz.

 

Müzede Bergama anıtları dışında önemli Babylon eserleri ve İslam kültürüne ait çok önemli başka eserler de sergilenmekte. Özellikle Isthar kapısı büyüleyici, görmek gerekir.

 

Şimdiye kadar anlattığım müzeler, müzeciliğin gerçek konularını içeriyordu. Bu müzeler türlerinin en iyi örneklerinden olsa da bulundukları şehirle doğrudan ilişkisi olmayan müzelerdir. Doğa Tarihi Müzesinin içindekilerle birlikte alıp başka bir şehire taşırsanız aynı önemi orada da korur, ve anlamında pek bir değişiklik olmaz. Oysa Berlin’ de işlenmesinin ayrı bir anlamı olan bir konu var: Yahudi soykırımı. Berlin, tarihindeki bu karanlık dönemle yüzleşmekten kaçmamış. Şehrin pek çok noktasında irili ufaklı anıtlar var ama ben en önemli iki tanesinden bahsedeceğim. Bu yapıların isimlerini gezilmesini tavsiye ettiğim sıraya göre yazıyorum.

 

Topographie des Terrors: Berlin’ in merkezinde yer alan bu bölgede, 1933 ile 1945 yılları arasında Nazi yönetiminin kullandığı binalar yer alıyormuş. Gestapo ve SS’ e 1939’ dan sonra Reich Güvenlik Merkezi’ de eklenince savaşın sebep olduğu acılarla bütünüyle özdeşleşmiş. Himmler, Yahudi soykırımını burada planlayıp uygulamıştı. Bölge savaşın sonunda tahrip edilmiş ve uzun süre o haliyle kalmış. 1993’ den beri planlanan yapı 2010 yılında ziyarete açılmış.

 

Bölgenin ortasına yapılan binada önemli bir savaş arşivi var ama öncelikle dışarda kalan bölgeyi gezin. Savaş döneminden kalma korunan kısımlar hala insanı ürpertmeye devam ediyor. İçeride ise muazzam bir fotoğraf, yazı ve belge arşivi var. Nazilerin yaşattıklarını burada iyice hissedebiliyorsunuz.

 

Jüdisches Museum: Almanların müzeler konusunda çok başarılı olduğunu biliyordum ama yine de Jüdisches Museum beni çok etkiledi. Öncelikle binanın mimarisi çok farklı ve özel; bahsetmeden geçmemek gerekir. Mimar Daniel Libeskind’ in tasarladığı binanın taban oturumu Davud Yıldızı’ nın açılmış hali olarak tasarlanmış. Tabanındaki çizgilerin birbiriyle yaptığı rahatsız edici açılar diğer duvarlarda da devam etmiş. Öyle ki, insan bu binanın içinde kendini huzurlu ve rahat hissedemiyor. Güzel ve güneşli bir günde bile gezseniz binanın formu sayesinde, yapının mimarı, ruh halinizi istediği kıvama getiriyor. Böylece Yahudilerin yaşantılarında hissediği baskılar gezenlere de yansıtılmış oluyor.

Savaşta yaşananları hissettirmek için mimarın kullandığı iki tasarım daha var. Bunlar müzenin giriş katında, görmeden üst katlara çıkmayın. Holokast Kulesi, duvarların çok tuhaf açılarla birleştiği ve içinin tamamen boş olduğu bir kule. Ziyaretçiler taban kısmından içeri giriyor. Mekan sadece yukarılardaki küçük bir açıklıktan gelen zayıf gün ışığıyla aydınlattıldığı için oldukça loş. Binanın yarattığı ruh hali burada tavan yapıyor, insan bir an önce o kuleden kaçıp kurtulmak istiyor ama savaş dönemi Yahudileri kaçamamışlardı.

 

Diğer bir tasarım da, “Sürgün Ekseni” olarak isimlendirilmiş bir koridordan geçilip çıkılan “Garden of Pillars”. “Sürgün”, “kaybolmuşluk” ve “hapis” kelimeleri burada vücut buluyor. Açık havada bulunan bu mekan, kanarlarında bulunan yüksek duvarlarla sınırlandırılmış. Mekanın içinde de, düzenli ve yine çok yüksek kolonlar var. Holokast Kulesi kadar ürkütücü değil ama en az onun kadar yalnızlık hissettiriyor. Zaten Mimar bir detayda burada kullanmış ve Holokast Kulesine giden koridor bu bahçeyi de kesiyor. Yani sürgüne giden yolun sonunda yine de holokast var.

 

Müzenin tek konusu savaş sırasında yaşananlar değil. Üst katlara çıkarak oldukça güzel tasarlanmış bir sergi gezebilirsiniz. Eski çağlardan başlayarak Yahudilerin günümüz Alman coğrafyasında yaşayış şekilleri, adetleri gibi konulardan Yahudi toplumunun çıkardığı önemli kişileri tanıtmaya varan konular işleniyor. Sanki buradaki amaç, Yahudilerin çok eskilerden beri o topraklarda olduğunu anlatmak gibi geldi bana.

 

Deutsches Historisches Museum: Genelde yaptığım gibi öncelikle binadan bahsedeyim. Bu bina, Berlin’ in en önemli barok binalarından biridir ve Prusya döneminde cephanelik, yani Zeughaus imiş. Binanın iç avlusundaki duvarlarda ölmekte olan savaşçıların acılı yüz ifadeleri işlenmiş. Buradaki tasarımlar, bizdeki şehitlik gibi, bir kahramanlık hikayesi değil; sadece ölüm gerçeğinin canlı ve gerçekci bir ifadesi olarak yapılmış.

1848’ de gerçekleşen bir başkaldırıda, Berlinliler cephane bulup devrime katılma umuduyla binaya zorla girmeye çalışmış. Sonuçta çok sayıda ölen olmuş ve zaten binada da hiç cephane yokmuş. Ama bu olaydan sonra yetkililer binanın korunması gerektiğini anlamışlar ve asker yerleştirmişler. Zaten olaydan 30 yıl sonra da Zeughaus müzeye dönüştürülmüş ve Prusya ordusunun kullandığı araçlar sergilemeye başlamış. Nazi döneminde Hitler burayı 1. Dünya Savaşı dönemine yönelik bir propaganda aracı olarak kullanmış. Müze aracılığıyla haksızlıklar sonucunda yenildiklerini anlatmış (Bizdeki durum nasıldı? Almanya yenildiği için yenik sayılmıştık galiba!)

 

Savaş sırasında ağır hasar alan bina ancak 1953’ te bugünkü kimliğine kavuşmuş ve Alman tarihini anlatan bir müzeye dönüşmüş. Ama yine de bölünmüş Almanya’ nın doğusunda kaldığından, Doğu’ nun bakış açısını yansıtıyormuş. Bu, ancak birleşmeden sonra dengelenebilmiş. Yine de konusu olan Tarih’ in subjektif yapısı ve siyasi baskılar sonucunda 7 yıllık bir restorasyon sürecine girmiş ve 2006’ da tekrar hizmete açılmış. Sonuçta müzenin sahip olduğu devasa koleksiyon, ziyaretçileri karanlık çağlardan başlayıp günümüze gelen bir tarih yolculuğuna çıkaracak şekilde yeniden düzenlenmiş.

 

Müze ve içeriği devasa olduğundan girişte ne kadar vakit ayırabileceğinizi akılda tutarak başlayın. En kısası 2 saat olan turlardan birini seçerek görülmesi gereken eserleri kaçırmamaya dikkat edin. Müze girişinden bu konuyla ilgili bilgi alabilirsiniz. Ayrıca “audio guide” almak da çok mantıklı olur.

 

Koleksiyonun içeriği belki de kaçınılmaz olarak askeri konulara giriyor. İlk çağlardan başlayarak tarihi etkileyen önemli olaylar, bu olaylarda kullanılmış olan eşyalarla birlikte görsel bir tarih olarak sunuluyor. Anlatılan dönem ilerledikçe koleksiyonun değeri de artıyor. Fransız Devrimi, Prusya dönemi ve 1. Dünya Savaşı dönemi özellikle başarılı.  Savaşta bizzat kullanılan silahlar ve cephaneler insanda farklı duygular oluşturuyor. Özellikle de bir taraflarında kurşun delikleri bulunan miğferler.

 

Museum für Kommunikation: Diğer meşhur ve heybetli müzeler arasında beni en çok şaşırtan müzelerden biri burası oldu. Müze kartınız olmasa bile giriş ücreti çok düşük olduğundan kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Bu müzenin kökleri Dünya’ nın en eski ve güzel posta müzelerinden biri olan ve 1872’ de Berlin’ de açılan bir müzeye dayanıyor. Bu müze 1898 tarihinde şu an bulunduğu binaya, o dönemlerde hizmet veren Postacılık Bakanlığı’ nın yanına taşınmış. Savaş döneminde ağır hasar alan bu Wilhelm dönemi bina, ancak birleşme döneminden sonra gerekli restorasyon hizmetini alabilmiş. Müzenin tekrar hizmete girmesi de 2000 yılını bulmuş. Tabii artık Posta Bakanlığı diye bir şey yok ve binanın tümü müzenin kullanımına kalmış.

 

Burada sadece pul ve benzeri şeyler bulacağınızı düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Hep söylüyorum, Alman’lar müzelere farklı yaklaşıyor, toplumsal bir amaç için kullanyor diye. Bu müzede de durum farklı değil. 2. Dünya Savaşı’ nı en ağır şekilde yaşamış, toplumsal yapısında derin bölünmeler olmuş, daha sonra topraklarına binlerce göçmen kabul etmek zorunda kalmış olan bir ülkeden bahsediyoruz. İletişimin önemini ve gücünü en iyi şekilde kavradıklarına şüphe yok. Toplumlarda pek çok sorun “Öteki” ni anlamamaktan doğar. Bu müzenin amacı da bu konuya fayda sağlamaktır.

 

Çocuklar için özellikle eğlenceli olabilir çünkü interaktif pek çok uygulama, konuşan ve hareket eden robotlar mevcut. Bunlar yanında tabiki büyüklerin ilgisini çekecek parça bulunuyor.

 

Altes / Neues / Agyptisches Museum: Bu üç farklı müzeyi tek bir başlıkta ele almak doğru olacak. Kelime anlamları şöyle, altes: eski; neues: yeni; Agyptisches: Mısır. Benim şehirde olduğum dönemde Altes Müzesindeki koleksiyonun bir kısmı Neues ve Agyptisches Müzelerine aktarılıyordu, o yüzden aslında bu müzelerin konuları da ortak diyebiliriz: Klasik antikalar. Özellikle Mısır’ dan 20. yüzyıl başlarında getirilen önemli eserler görülebilir. En önemli eser ise tartışmasız 3300 yaşındaki Kraliçe Nefertiti’ nin büstüdür. Uzmanların yaptığı çalışmalara göre, bu büst, Kraliçe’ nin diğer büstlerinin yapımı için bir model olarak kullanılmış. Sol gözünün hiç çizilmemesinin nedeni muhtemelen budur. Kullanıldığı atölye boşaltıldıktan sonrada orada bırakılmış. Ta ki, Alman arkeologlar 20. yüzyılın başına keşfedene kadar. Bir modelin bile bu kadar değerli olduğuna göre kim bilir asıl eserler ne güzellikteydi.

Bode Museum: Müze adasının kuzeyinde yer alan bu müze 2. Dünya Savaşı’nda o kadar ağır hasar almış ki, savaş sonrasında yıkılmasına karar verilmiş. Berlinlerin protestoları sonrasında bu karardan vazgeçilmiş ve defalarca restorasyon görmüş. Son restorasyonun bedeli €150 Milyon imiş ve 2007’ de bitmiş. Sonuç ise muazzam olmuş.

 

Avrupa’ nın en önemli heykel müzelerinden biri olan Bode Museum, ilk yöneticisi olan Wilhelm von Bode’ nin adını taşıyor. 3. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar tüm Avrupa heykelciliğini mükemmel bir bütünlükle sunuyor. Özellikle İtalyan Rönesans dönemi eserleri görülmeli. Ayrıca Alman Ortaçağ dönemi de çok etkileyici. Hazır gelmişken Bisanz dönemi eserlerini de görün. Denildiğine göre İstanbul Arkeoloji Müzesi’ nden sonra bu konudaki en kapsamlı koleksiyonmuş.

 

Müze gezisi ağırlıklı geçen ikinci Berlin turumun anlatısını bu şekilde tamamlıyorum. Bu gezimin diğer durakları Leipzig, Hamburg ve Potsdam idi. O yazıları da kendi başlıklarında bulabilirsiniz.

 

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir