Yaşamım ve hobilerim

Londra – 2012

Bu yazı tarafından 15 Haz 2012 tarihinde Geziler, Yaşam bölümünde yayınlandı. 2 yorum aldı ve 1.040 defa okundu.

Londra’ya daha önce ’99 yılında gelmiştim. Ancak o yıllarda bu güzel şehirde bir kaç gün geçirmemin değerini bilemeyecek kadar tecrübesizdim. 3 gün boyunca tek yaptığım nerede olduğuna bakmadan sokaklarda yürümekti. Dolayısıyla bu ziyareti şehre yaptığım ilk gezi olarak ele almakla doğruyu yapıyorum.

[nrelate-related]

Öncelikle şehre varışla başlayayım. Londra’ya yüksek ihtimalle uçakla geleceksiniz ve daha da yüksek ihtimalle Heatrow Havaalanına ineceksiniz. Burası çok düzenli ve rahat bir havaalanı, dolayısıyla gümrük işlemleriniz ve valizinize kavuşmanız fazla sürmez. Bundan sonra yapmanız gereken şehire nasıl gideceğinize karar vermek. Aslında Londra’nın mükemmel metro sistemi sayesinde bu karar çok kolaylaşıyor. Kararınızı kolaylaştıran bir sebep de pahalı taksi ücretleri. Dolayısıyla “Undergrond” yönlendirmeleri takip ederek durağı bulmaya bakın.

 

Yeri gelmişken Londra’ da mümkün olduğunca ucuz dolaşabilmek için Oyster Card adındaki kartı almanızı öneririm. Bu kartı havaalanının metro durağı girişindeki makinalardan alabilirsiniz. Kartın £3’ luk bir ücreti var ve bildiğim kadarıyla kartın işi bittiğinde parayı geri alabiliyorsunuz. Oyster Card’ ı aldıktan sonra yapmanız gereken bu karta kalış sürenize göre 3 Day Travelcard için £18 veya Weekly Travelcard için £25 yüklemek. Bu işlemi yaparken şunu da unutmayın: Londra metrosu çok geniş bir ağ ve toplam 6 bölgeden oluşuyor. 1. Bölge şehrin merkezini kaplıyor. Diğer bölgeler de her seferinde genişleyerek bir önceki bölgeye simit halkası olarak ekleniyor. Burada bilmeniz gereken nokta, 1-2 bölge seçeneğinin turistik bir gezi için yeterli olacağıdır. Diğer bölgeleri seçiminize eklerseniz fiyat katlanarak artar. Fakat Heatrow Havaalanı 6. bölgede yer aldığı için karta ayrıca £3 gibi bir para yüklemeyi de unutmayın. Böylece havaalanına gidiş ve gelişiniz bu parayla karşılanacak. Oyster karta bütün bunları yükledikten sonra metrolardaki turnikelerde bulunan yerlere bu kartı değdirerek geçişin açılmasını sağlıyorsunuz. Metroyu terkederken de turnikeler var ve çıkışta da Oyster kart okutmak gerekiyor.

 

Her zaman yapmam ama bu sefer otelden de bahsetmek istiyorum. Londra ne yazık ki çok pahalı bir şehir. Bu pahalılık gecelik otel ücretlerinde de kendini belli ediyor. Üniversite öğrencisi olup çok düşük bütçeyle yola çıkmadıysanız ya da macera peşinde koşmuyorsanız en azından geceliği £50 olan otellere bakmalısınız. Hele ben 1999’ da bu bilgiden eksik olarak geldiğim şehirde yatmak durumunda kaldığım yatağı hatırladıkça otel işini daha da ciddiye aldım ve doğru da yapmışım. Seçtiğim otel Pimlico bölgesinde bulunan Luna&Simone Oteli oldu. Bu otel bir ailenin işlettiği ve belli ki bunu yapmaktan keyif aldıkları bir otel. Odalar – Londra’ da alışık olunduğu üzere- küçük ama yeterli. Banyolar yakın zamanda yenilenmiş ve ancak lüks otellerde görmeye alışık olduğunuz malzemeler kullanılmış. Her odada televizyon, saç kurutma makinası, su kaynatma makinası ve çay/kahve bulunuyor. Bütün bunlardan daha önemlisi sürekli gülümseyen ve yardım etmeye çalışan otel sahiplerinin varlığı. Evinizden uzakta ve yabancı bir şehirdeyken bu hepsinden önemli oluyor. Bahsetmem gereken bir özelliği de sunduğu kahvaltıları. Fiyata dahil olan bu kahvaltılarla güne huzurlu ve tok karnına başlayabiliyorsunuz. Sonuç olarak, kaldığım Luna&Simone Oteli gezime değer kattığı için size de tavsiye ediyorum ve bu konuyu burada kapatıyorum.

 

Westminister Bölgesi

Londra yolculuğu Türkiye saatiyle 08.00’ da başlayıp İngiltere saatiyle 10.00’ da bitirince o gün gezmeye epey vaktim kaldı. Bende, muhtemelen şehre gelen pek çok turist gibi, ilk saatlerimi geçirmek için yönümü Westminister’ a çevirdim. Aslında burada bahsettiğim yer güneyde Houses of Parliament’ ten başlayıp kuzeyde Trafalgar Square ile biten yaklaşık 1 km uzunluğundaki bulvar. Bu bölge 11. yüzyılda ilk kurulduğunda o zamanki Londra’ nın 3 km dışında yer alıyormuş. Şehir batıya doğru büyüdükçe diğer özelliklerine, yaklaşık 1000 yıldır imparatorluğun yönetildiği yer olma özelliği de eklenmiş.

Houses of Parliament şehrin en çok bilinen simgelerinden biridir. Aslında “Big Ben” sadece kulenin 13 ton ağırlığındaki çanının ismiyse de, saat kulesi de türünün Dünya’ da en çok bilinen örneğidir kuşkusuz. Eski bina 1834 yılında bir yangında yok olunca bugünkü haline Charles Barry getirmiş. Gotik ve Elizabeth stillerini beraber kullanarak farklı ama dikkat çekici bir eser yaratmış.

Houses of Parliament’ in tam karşısında Westminister Abbey bulunur. Kraliyetin taç giyme törenlerine ev sahipliği yaptığından sıradan bir kilise olmanın dışında önemi vardır. Bildiğim kadarıyla artık yapılmıyor ama 500 yıl boyunca kraliyet definleri de buraya yapılıyormuş. Katedrale giriş ücreti bir hayli yüksek (£12) ama gezebileceğiniz epey çok bölümü var. Ben katedrali bir dahaki gelişime bırakarak kuzeye doğru bulvarı yürümeye devam ettim.

 

Bulvarın bundan sonrası çeşitli resmi binalarla dolu. Bunlardan biri de caddeye açılan ara sokaklardan biri olan Downing Street’ de bulunan 10 numaralı ev olan Başbakanlık konutudur. Sokağı bulvardan ayıran demir kapılardan ve polis yoğunluğundan burayı tanıyabilirsiniz. Yürüken, 2. Dünya Savaşı’nda savaşmış ve ölmüş kadınları anmak için yapılmış olan anıtı kaçırmayın.

Bulvarın sonunda Trafalgar Meydanı’ na geleceksiniz. Bu meydan, Amiral Nelson adına dikilen heykel etrafında gelişmiştir. Heykel, 50 metrelik granit bir kolon üzerinde bulunur ve Amiral’ in 1805’ de Fransızları kendi hayatı pahasına yenmesi üzerine dikilmiştir. Berlin’de bulunan Siegessaule de Napolyon’ a karşı alınan zafer anısına dikilmişti diye hatırlıyorum. Napolyon belli ki kendi döneminde dünyayı fazlasıyla bunaltmış. Meydanda diğer başka önemli generallerin de heykelleri bulunuyor. Bunlar göz seviyesinde, yukarıda aramayın.

 

Trafalgar Meydanı’ nın hemen arkasındaki devasa bina National Galeri adındaki müzedir. 1820’ ler gibi çok geç bir dönemde (Louvre ve Hermitage’ e göre) hükümetin bir bankerden istemeden satın aldığı 38 adet resimle başlayan koleksiyon bugün 2300 resime ulaşmış. Michelangelo, Velazquez, Goya, Rembrandt, Monet, Van Gogh, Cezanne ve Picasso gibi ressamların eserleri görülebilir. Bu müzenin komşusu olan National Portrait Gallery ise ilginç bir durak olabilir. 330000 civarında –adı üstünde- portre içeren bir müze. Tabi ki bu eserlerin çoğu kendi değerlerinden çok, konuları için oradalar. Adı ilginizi çektiyse girmekten çekinmeyin.

 

Bu bölgede St. Martin in the Fields kilisesi diğer görülebilecek yapıdır. Bazı günler öğlen saatlerinde ücretsiz klasik müzik konserleri oluyor, giderseniz aklınızda olsun. Ben birinci günümü Tate Britain müzesine yürüyüş ve müze gezisiyle bitirdim. Ama müzeyi daha sonra anlatacağım.

 

Mayfair ve Marylebone

Westminister bölgesinden sonra Mayfair ve Marylebone bölgesine yöneldim, Bu bölgeler Londra’nın (en azından benim gezdiğim kısmının) en ‘hijyenik’ bölgesi, şehrin lüks ve elit yüzü. Benim bu bölgeyle ilgili izlenimlerimin gerçekliği sonradan okuduklarımla doğrulandı. Bölge, 18. yy’ da otlak hayvanlarının ve onlara bakan çiftçilerin, arazi sahipleri tarafından uzaklaştırılmasıyla boşaltılmış. Amaç aristokratları çekmek için şık ve ciddi bir bölge tasarlamakmış. Amaca ulaşılmış, konsoloslukların, pahalı markaların ve önemli şirketlerin ofis binalarının olduğu bir bölgeye dönüşmüş. Doğrusunu söylemek gerekirse, görülmesi gerektiği ve uğramam gereken bir kaç durak olduğu için geldim ve ayırdığım süreyi düşük tutmaya çalıştım. Ama biliyorum ki pek çok turistin en çok zaman geçirdiği bölge burası.

 

Ben gezime metronun Green Park durağından başladım. Çıktığınız Bulvar olan Piccadily ve onun Regent ve Shaftesbury ile kesiştiği Piccadily Circus, pek çok Londra’ lının şehrin merkezi diye adlandırdığı bir yer. Benim gibi sabahın erken saatlerinde geldiyseniz, işlerine yetişmeye çalışan insanların yanından sakince ve huzurla yürüyerek turist olmanın keyfini çıkarabilirsiniz. Ama Piccadily yürüyüşünüze Royal Academy’ de ara verin ve hiç değilse iç avluya geçerek dışardan da olsa binayı inceleyin. Sanat akademisi 1768’ de kurulmuş ama bugün gördüğünüz yapı 19. yy’ da bu haline gelmiş. Bugün de işlevi devam etmekte ve hatta başka bilim kurumları da buraya taşınmış.

 

Royal Academy’ yi geçtikten sonra göreceğiniz Sackvile Sokağı benim gibi kitapseverler için bir hazine saklıyor. Henry Sotheran’s kitapevi, aralarında £1000 üzerinde koleksiyonerlik ilk ve ikinci baskı kitapların da olduğu pek çok eski kitap buluduruyor. Parlak kağıt kapaklı kitaplar yerine yorgun ama kaliteli, ciltli tarih kokan kitapları tercih ediyorsanız burası sizin için de iyi bir durak olabilir. Aslında burada fazla vakit geçirince Piccadily Circus’ a gitmekten vazgeçip kuzey batıya doğru yoluma devam ettim. Tabiki çantam ağırlaşmış olarak.

 

Mayfair bölgesinden Maylebone tarafına geçerken ara yollara girsemde ağırlıklı olarak Bond Street’ i takip ettim. Bu caddenin güney kısmı 1680’ lerde kurulmuş ve bölge geliştikçe kuzeye doğru uzamış. Bölgede bugün ağırlıklı olarak lüks giyim mağazaları, sanat galerileri ve açık arttırma usulü satış yapan ünlü müzayede evleri bulunuyor. Sotheby’s mağazasını duydunuz mu hiç? İsterseniz içeri girip neler sattıklarını görebilirsiniz.

 

Mayfair’ in kalanı için yazacak pek bir şeyim yok. Sokaklarına girip keşfetmekten çekinmeyin. Alışveriş planlıyorsanız aradığınız eşyaları bulabileceğiniz bir bölge. Yorulduğunuzda ise Amerikan Büyükelçiliği ve Kanada Büyükelçiliği arasında kalan Goresvenor Parkında dinlenebilirsiniz.

 

Marylebone ise benim için daha eğlenceli ve ilgi çekici bir bölge oldu. Bunun nedeni mimarisinin ya da şehir hayatının ani değişikliğe uğraması değil; ama buna daha sonra değineceğim. Komşusu kadar züppe olmasa da bu bölgenin genel yahısı da Mayfair’ den çok farklılık göstermiyor. 17. yy’ da küçük bir köy ve bahçelerden oluşan bir yer olan semt; Batıya ilerleyen şehir tarafından yutulmuş. Yine de Marylebone High Street civarı hala o kasaba meydanı havasını koruyor.

Ben bölgeye Baker Street metro istasyonundan girdim. Eğer ilginizi çekiyorsa Madame Tussaud’s müzesi ve Sherlock Holmes müzesi metro durağına çok yakın. Ben ikisini de daha sonraki bir seyahata bıraktım. Marylebone Road üzerinde bulunan Royal Academy of Music ise görmek istediğim ama gittiğim erken saat yüzünden mecburen sonraki gezilere bıraktığım bir durak oldu. Akademinin müzesinde bir kaç Stradivarius kemanı olduğunu belirteyim.

Royal Academy of Music’ ten sonra Marylebone High Street’ e saptım. Daha önce söylediğim gibi, merkez Londra’ nın genel karakteristiğine tezat oluşturan bir cadde burası. Özellikle bahsetmem gereken iki üç dükkan var. Bunlardan ilki No: 105’ te bulunan ve 1920’ lerden beri tasarımını hiç değiştirmeyen Patisserie Valerie. Kesinlikle bir molayı hakeden bir yer. Diğer bir durak ise No: 83’ te bulunan Daunt Kitapevi. Bu mekanın kuruluşu 1910’ lara dayanıyor ve o günden bu yana gezi kitapları konusundaki uzmanlığını koruyor. Başka bir kitapevi ise Oxfam. Daha çok ikinci el kitapların bulunduğu kapsamlı bir kitapevi. Plak severler için de iyi bir durak olabilir. Arşivleri çok geniş değil ama plaklar temiz ve ucuz.

Gelelim benim bu bölgeye defalarca gelmeme asıl sebep olan yerlere. Bölgede şehrin en iyi bir kaç yaylı saz dükkanı bulunuyor. Biz Türkiye’ de görmeye alışık değiliz ama Avrupa’ da keman ailesini içeren yaylı sazların kendilerine özel dükkanları var. Müzik aletleri satan dükkanlarda da keman vs. görmek pek mümkün olmuyor. Böylece yaylı saz almak isteyen bir kişi, konusunda uzmanlaşmış bir esnafla muhattap oluyor ve kaliteli enstrümanlar görüyor.

 

Bishop Strings’ i Londra’ da gittiğim konserlerin broşürlerindeki reklamlarda tanıdım. “Mükemmel enstrümanımızı bulmamıza yardım ettiklerini” belirten bu reklamlardan cesaret alarak ve genel kültürümü arttırmak için Henze Street No: 7’ deki adrese gittim. Meğerse, Bishop’s gerçekten de “mükemmel enstrümanlar” satıyormuş. Kapıdaki zili çaldığımda (orası kapıyı açıp girebileceğiniz bir yer değil) nazik bir ses diafondan randevüm olup olmadığını sordu;  benden aldığı cevaptan sonra (tabi ki randevüm filan yoktu) kısa süren bir sessizlik oldu ve otomatik kapının açılma sesi geldi: zıııtt. Karşılamadaki resmiyet içeride de devam etti ve nazikçe oraya ait olmadığım hatırlatıldı. Fakat içerideki sazları ve ortamı gördüğüm için kendimi şanslı hissettim. Bishop’s ın bana asıl faydası beni Mortimer Street No: 99’ daki J. P. Guivier’ e yönlendirmesi oldu.

 

J. P. Guivier’ i bulup yine kapıda zil görünce eski kötü anılarım debreşti ama ne olursa olsun içeri girmeye kararlıydım. Neyseki bu sefer zili çalınca diyafondan konuşan olmadı ve kapı derhal açıldı. İçeride, kimi cam kapaklı dolapların içinde kimi dışarıda onlarca saz ve yüzlerce arşe; bunun yanında yaylılarla ilgili her türlü aksesuvarın bulunduğu bir mekan ile karşılaştım. J. P. Guivier’ in tarihi 1863’ e kadar uzanıyor ve o zamandan beri Londra’ da çeşitli adreslerde bulunmuşlar. Bugünkü dükkan ise 1960’ lardan beri hizmette ve şu an işin başında Robin Hamilton ve Richard White bulunuyor. Benimle daha çok Richard ilgilendi ama her ikisinin de sıcak ve içten insanlar olduğunu söyleyebilirim. Zaten beni rahat hissettirdiğinden olacak hiç aklımda yokken Güzel bir Raposo arşe sahibi oluverdim.

 

Bahsedeceğim üçüncü dükkan ise York Street No: 79’ da bulunan Stringers. Bu dükkanın genel yapısı da Guivier’ e çok benziyor ve aradığını birinde bulamayan diğerinde de benzer alternatifler bulabilir.

 

Soho Bölgesi

 

Soho, Londra’ nın hem en iyilerini hem de en kötülerini barındırır. 18. yüzyıldan beri gece hayatının, ve bu gece hayatının getirdiği her türlü “rengin” olduğu bölge burasıdır. Zaman içerisinde bölgenin yeniden yapılandırılmasına karşın yine de damarlarına sinmiş o asilik ve farklılık baki kalmış. Sherlock Holmes filmlerinde görülen insan dolu keşmekeş ve “kirli” sokakları 21. yüzyıla uyarlarsanız işte karşınıza Soho çıkar. Sanırım bu yüzden de burayı Mayfair’den de Marylebone’ dan da daha çok sevdim.

 

Bölge, bu renkli yapısını birazda bölgeye yerleşmiş olan göçmenlere borçlu. Özellikle 18. yüzyılın sonlarında gelen Çin nüfusu bölgeye damgasını vurmuş. Edward döneminde edebiyat eserlerinin de etkisiyle Chinatown denen bölge mitsel bir bölgeye dönüşmüş ve Londra’ nın kalanından farklı bir imaja kavuşmuş. Shaftesbury ve Leicester Meydanı arasında kalan bu bölge kafeleri, restaurantları, dükkanları ile Çin etnik kültürünü yaşamaya devam ediyor. Yolunuzu mutlaka Gerrard Street’ e düşürün ve Chinatown’ u yaşayın.

 

Chinatown’ dan sonra Cross Road üzerinden kuzeye yöneldim. Bu cadde , Soho havasını taşıyan ve benim için önemli dükkanları barındıran bir cadde. Tabi ki yine kitapevleri ama bu seferkiler Marylebone High Street’ tekiler gibi değil; sahaflardan bahsediyorum. Any Amount of Books, Borders, Foyles gibi meşhur sahaflar dışında daha az bilinenler de var. Çantanızda yer varsa ve kitaplara değer veriyorsanız bunları kaçırmayın.

 

The City

Şimdiye kadar anlattığım yerlerde ne kadar gezmiş olursanız olun “The City” diye tabir edilen eski yerleşim bölgesini görmeden Londra’yı gezmiş sayılmazsınız. Bir tam günümü bu bölgeye ayırdım ve sabahın erken saatlerinde metronun Tower Hill durağına gittim. İlk olarak Tower of London’ ı gezip doğuya doğru 7 metro durağı boyunca olan mesafeyi yürüyerek, yol üzerindeki Tate Modern’ i de içeren bir rota oldu bu. Yoruldum ama Londra gibi bir şehri yorulmadan gezemezsiniz.

 

Tower of London, ilk başlarda basit bir gözlem kulesi olarak yapılmış ama 12. yüzyıla gelindiğinde bir kaleye dönüşmeye başlamış. Yapı bugünkü haline 1307 gibi erken bir tarihte ulaşmış. Tower of London’ ın her bölümünün tarihte ayrı bir rolü ve önemi var. Bilet alarak içini gezme şansınız var ama ben bu seferlik yapıyı dışardan incelemekle yetindim. Umarım bir daha ki sefere içini gezmeye fırsatım olur.

Geziye bu noktadan başlamamın diğer önemli bir sebebi ise Tower Bridge’ i görmekti. Ün konusunda Big Ben ile yarışan bu köprü, Londra’ nın en meşhur noktalarından biridir. 1894 yılında tamamlanan yapının neo-gotik kuleleri granit ve Portland taşıyla kaplanmış. O dönemki ismiyle, İskoç çeliğinin kullanılmasıyla köprüye önemli bir yetenek kazandırılmış: Büyük gemilerin Thames Nehri’nden geçmesini sağlayacak şekilde açılabiliyor. Orjinal halindeki makina odası bilet alınarak görülebiliyor. Ben bu geziyi de ileriki bir tarihe bıraktım ama köprünün üzerinden Thames manzarası görmeyi ihmal etmedim.

 

Tower Bridge’ den sonra, nehrin tekrar kuzeyine geçerek Batı istikametine, The City’ e doğru yürüdüm. Londra’ nın eski yerleşimi burasıymış ama 1666’ da meydana gelen büyük yangından pek bir şey kurtulmamış. Zaman içinde dönüşen bölge, 1980’ lerden sonra şehrin finans merkezi haline gelmiş. Şehrin 2000 yıllık tarihinden bir şey görememek acı verici ama yine de çok önemli yapılar var.

 

Tower of London’ ın hemen Batısında, 1666 yangınından kurtulan nadide yapılardan biri olan All Hallows-by-the-Tower adlı kilise bulunur. Bu garip ismi nerden geliyor bilmiyorum ama oraya gitmişken görülmesi gereken bir yapı. Gerçi, kırmızı tuğla kaplı kulesi dışındaki kısmı savaşta büyük hasar aldığı için büyük restorasyonlar görmüş. Ama hala da güzel bir yapı.

Lower Thames Street boyunca Batı’ ya ilerlerseniz 13. yüzyıldan beri hizmet veren ve deniz yolayla şehre gelen malların indirildiği Custom House’ u (Gümrük Binası) görürsünüz. Hemen ilerisinde de Old Billingsgate Market adlı eski balık hali vardır. Eski günlerinde buradaki kokuyu hayal etmeye çalışarak Monument’ e doğru yürümeye başladım. Monument, 1666 yangınının anısına, ve yangının başladığı fırının hemen yakınına yapılmış. Yapıldığı dönemde 70 m civarındaki yüksekliğiyle o bölgenin en yüksek yapısıymış. Ama artık çevresindeki binalar etkisini azalmış.

 

Monument’ ten sonra yolumu kuzeye çevirdim ve merak ettiğim Leadenhall Market’ e doğru ilerledim. Victoria dönemi binasının krem – kahve  renkli dökme demir kısımları ve renkli iç mimarisi gerçekten görülmeye değer. Daha çok bölgedeki ofis çalışanlarına yemek yeme imkanı sunsa da içindeki ve çevresindeki alışveriş dükkanları da hayli ilgi çekici. Zaten görmüşsünüzdür ama bu binanın hemen yakınlarında Londra’ nın en yüksek gökdelenleri bulunuyor. Bu devleri daha yakından incelemeyi unutmayın.

Kısaca “Bank” olarak adlandırılan yapı 8 adet büyük caddenin kesiştiği bir noktada bulunuyor. 1694’ te dönemin Kralı 3. William tarafından kurulmuştur ama ancak 1734 tarihinde şimdiki yerine taşınmıştır. Her dönemde çeşitli soygun denemelerine maruz kalsa da sakladıklarını korumayı başarmıştır. Halen Dünya’ nın pek çok ülkesinin Merkez Bankalarının resmi altın rezervlerini saklamaktadır. Gerçi bildiğim kadarıyla İngiltere’ nin altın rezervi 2. Dünya Savaşı sırasında ABD’ deki Federal Rezerv Bankası’ nda taşınmış ve halen orada bulunuyor. Banka’ nın yakının da bulunan Royal Exchange binası, yapıldığı 1570’ den itibaren çeşitli yangınlar ve savaşlar görmesine rağmen her dönemde iyi restorasyonlar görmüş ve görüntüsü hep gelişmiş. Aslında o bölgenin de en güzel yapısıdır. Halen borsa olarak kullanılıyor mu emin değilim, günün uzun rotasında geri kalmamak için yoluma devam ediyorum.

Artık hedefim St Bartholomew-the-Great rotası. Bu yolu haritaya bağımlı kalmadan serbest şekilde dolaştım. İlgimi çeken küçük bir İtalyan lokantasında yemeğimi yedim, gördüğüm sokaklara girip çıktım ve yerel deyişle, Bart’sa ulaştım. St. Bartholomew Londra’ nın en eski hastanesi ve 1123 yılında kurulmuş. Yapı oldukça heybetli ve önemli olaylar yaşamış. Müzesinde ürperten medikal eşyalar, korkutucu cisimler saklanan laboratuar kavanozları görülebilirmiş. Ben girmedim, ileride de düşünmem, ama ilginizi çekebilir. Hastaneden sonra aynı ismi taşıyan kiliseye yöneldim. Bu kilise de hastaneyle aynı tarihlerde kurulmuş. Heybetini tam olarak anlayabilmek için Little Britain Street tarafından gelmenizi tavsiye ederim. Bahçesi, ağaçları ve yapının kendisiyle çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Zaten Shakespear in Love ve Four Weddings and a Funeral filmlerinin mekan olarak kullandığı kilise burasıymış. Etkilenen sadece ben değilim.

 

Şehrin balık halini gördükten sonra et hali olan Smithfield’ ı görmeden olmazdı. Hem de bu halen kullanılıyor, gelen koku bunu size kanıtlıyor (kötü değil ama ayırtedilebilen). 17. yüzyılda et hali buraya gelmeden önce de burada kan dökülüyormuş. Şehir duvarlarının dışında kalan bu açık alanlı yer (adı “smooth field” yani düz alan anlamından geliyor) 1381 yılında vergilere başkaldıran bir grubun liderinin, Kral’ ın maiyetindekilerle yapılan bir görüşmede  öldürülmesine sahne olmuş. Bundan sonra da infazların gerçekleştirildiği bir yenre dönüşmüş. Cesuryürek filmini izlemediyseniz bile duymuşsunuzdur. İskoç asi (ya da “kahraman” demek de mümkün ama 5 gündür İngiliz havası solumaktan mıdır nedir, ilk yazdığı kelime “asi” oldu, ve değiştirmedim) William Wallace burada asılmış, doğranmış ve sergilenmiş. 1531 yılında Rochester Piskopos’ unun aşçısı burada canlı canlı kaynayan suda pişirilmiş. Ama bölgenin favori infaz şekli yakmak. Bloody Mary (Kanlı/Katil Mary), hükümdarlığı döneminde Protestanları; 8. Henry ve 6. Edward ise Katolikleri sırf inandıkları mezhep için burada yakmış. Önceleri de et hali olarak hizmet veren bölge, ihtiyaç arttıkça büyümüş ve binalar yapılmaya başlanmış. Yavaş yavaş da tüm bölgeye hakim olmuş.

 

Taze et kokularından uzaklaşmanın en iyi yolu rotayı güneye, St. Paul kilisesine çevirmekte buldum. Yol üstünde Old Bailey takma adlı Ağır Ceza Mahkemesi (belki de Adliye demek gerekiyor, hukuk konusunda bilgim yok) bulunuyor. Edward dönemi bina ve etrafındaki güvenlik, siz istemeseniz de dikkat çekiyor. Yola devam edince sol tarafta göreceğiniz büyük yapı St. Paul Kilisesi’ nden başkası değildir. Bu heybetli yapının etrafında dönüp dört bir tarafını görmekte fayda var. Westminister Abbey’ dekiler kadar ünlü kişilerin ve Kral’ ların cenazelerini barındırmasa da, burada da Kaptanlar ve halka daha yakın kişilerin cenazeleri bulunur. Bu kilise, pahalı giriş ücretine rağmen gezilmeyi hakediyor ama ben burayı da ileriki bir geziye bırakmayı tercih ettim.

 

Kiliseden sonra Tate Modern’ e doğru ilerledim ve müzeyi gezdikten sonra Thames boyunca Batı’ ya doğru yürüdüm. Amacım görmediğim yerleri yürüyerek gezerek eve biraz daha yaklaşmaktı. Yol üzerinde OXO Tower adlı eski enerji santraline uğradım. Bu yapı restore edilmiş ve alt katları  tasarımcılar için çalışma ofisi olarak düzenlenmiş. Bu tasarımcılar ürünlerini satıyor da. Eğer Londra’ dan farklı bir hediyelik eşya ile dönmek istiyorsanız buraya uğrayabilirsiniz. Özellikle değişik ahşap ürünler bulabilirsiniz.

 

Valizim yeterince ağır olduğu için hiç hediyelik almadan OXO’ dan ayrıldım ve Waterloo Bridge’ den Thames’ in karşı yakasına geçtim. Artık hava iyice karardı ama burada uğramak sitediğim son bir yer daha var: Somerset House. Bu yapı, ortasında geniş bir avlusu olan, kare şeklinde bir bina. Bu avluda yaz aylarında konserler ve çeşitli açık hava etkinlikleri düzenleniyormuş. Benim geldiğim kış aylarında ise büyük bir buz pisti kuruluyor. Binanın içinde ise çeşitli sanat galerileri bulunuyor. Yapının kuzey kanadını oluşturan kısımda empresyonist ve post-empresyonistlerden oluşan önemli bir koleksyon sergileniyor. Güney kanadında ise güncel sanat ile ilgili sergiler var. Benim orda olduğum hafta çok güzel bir fotoğraf sergisi vardı ve kaçırmadım. Somerset’ in kordidorları vücudumdaki son enerji kırıntılarını da aldı benden. O yüzden her yerini görmeye çalışmadan en yakın metro durağına yürüdüm ve günü sonlandırdım.

 

Dönüş

 

Dönüş günü hava güzeldi ve öğleden sonra kalkan uçağıma gitmeden önce 3 – 4 saat vaktim vardı. Son kez bir daha sokaklara çıktım. Bu güzel şehirde geçirdiğim vakti düşünerek, sanki 7 gün değil 7 yıl yaşadığım bir şehirden ayrılıyormuş gibi, biraz hüzünlü biraz buruk yürüdüm. Avrupa’ da en çok Almanya, sonra da İspanya ve İngiltere’ de dolaştım. Almanca bilmiyorum; İspanyolcam da pek iyi değil. Sanırım insanın bir yeri benimsemesinin ilk yolu dil bilmekten geliyor ki, soğuk Londra en çok ısındığım kent oldu (Barselona hariç.)

 

Londra’ ya dolu dolu 1 hafta ayırdım (Berlin’ e de bir haftalığına gitmiştim ama 3 günümü şehir dışında geçirdim) ama hiç de tatmin olmadım. Günümüzün sosyal hayatında da 1 haftadan uzun tatiller pek mümkün olmadığına göre Londra’ ya gelirken neleri görmek istediğinizi listeleyin. Ben bu anlamda gezi planımdan memnun kaldım ve ileriki seyahatler için işi kolayladım. Umarım tekrar yolum düşer.

2 Comments

Join the conversation and post a comment.

  1. Murat Özdil

    İngiltere’de uzun süreli ve kalabalık kalışlarda (bir hafta veya daha fazlası) ev kiralamak daha mantıklıdır. ~250£’a dayalı döşeli bir ev bulmak mümkün (dü).

    Londra bence yürüyerek gezilmesi gereken bir kent. Bir kaç gün bu şekilde gezdikten sonra turist otobüsleri ile gezerek perçinlenebilir.

    Westminister Abbey’in ücretsiz gezilen bölümleri de var(dı). Bu bölümlerde yeterince tatminkar.

    10 yıldan uzun bir süre geçince insan dili geçmiş zamanlar kullanmaya başlıyor. Londra, İstanbul’dan sonra en çok zevk aldığım şehir olmuştu.

  2. firo

    Ev Kiralama işini hiç düşünmemiştim. Rakamlar hala böyleyse daha mantıklı olacağı kesin. Bir daha ki sefere aklımda olacak. 🙂

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir