Yaşamım ve hobilerim

Berlin

Bu yazı tarafından 26 Oca 2012 tarihinde Geziler, Yaşam bölümünde yayınlandı. 0 yorum aldı ve 1.095 defa okundu.

Berlin benim için bir hayaldi. Paris ya da Floransa pek çok Avrupalının daha fazla ilgisini çekebilir ama benim için Berlin öncelikliydi. Güneşli bir günün akşamında Düsseldorf’ dan trene binerken hayale doğru gidiyordum. Öncelikle biraz yoldan bahsedeyim. Avrupa pek çok teknolojik konuda bizden önce ama iş tren yolculuğu kalitesine gelince arada fazla fark olmadığını düşünüyorum. IC trenleri bizdeki süper ekspreslere karşılık geliyor ve arada fazla fark yok. Belki yollar biraz daha kaliteli o kadar. ICE’ ler ise benim henüz binmediğim YHT’ ye (Yüksek Hızlı Tren) karşılık geliyor ve yine fazla bir fark olacağını düşünmüyorum. Banliyo trenleri mantığında çalışan “Regio” trenleri ise bizimkilerden daha bakımlı. Asıl fark hat sayılarında ama Türkiye’ nin bu konuda hafifletici sebepleri de yok değil. Alplerin kuzeyi kelimenin tam anlamıyla dümdüz. Bizdeki gibi yüksek sıradağları geçtim, şehirlerde yokuş bile bulamıyorsunuz. Dolayısıyla demiryolu inşaatı çok daha kolay ve ucuz.

[nrelate-related]

Yaklaşık 5 saatlik yolculuktan sonra Berlin Tren İstasyonuna geldiğimde hayal şehrine ürpertiyle girdim. Bu istasyon daha çok bir uzay istasyonuna benziyor. Burada altınızdan, üstünüzden her yerden tren geçiyor. Gördüklerimden o kadar etkilendim ki, hissettiklerim şaşkınlığı ve hayranlığı geçti ve korku boyutuna ulaştı. Adım attığım bu dünyada trenler uçabiliyordu ve kim bilir istasyondan çıkınca neler görecektim.

 

Dışarıda ürpertim biraz azaldı belki ama tam da bitmedi. Geleceğe giden Michael J. Fox’ un canlandırdığı Marty karakteri ne hissettiyse ben de bir miktar öyle hissettim. 9-10 yıl İstanbul’ da yaşadım ve kozmopolit bir şehir neye benzer bilirim ama burası tamamen farklı. İstiklal Caddesi her vakit kalabalık olur ama sözgelimi Şişli, Sarıyer ya da Bostancı gibi yerleşim bölgeleri daha tenha olur. Buradaysa şehrin merkezden uzak yerleşim yerleri bile sürekli kalabalık ve gördüğüm kadarıyla en azından üçte biri gelecekten gelmiş gibi.

 

Berlin’ i keşfetmenin doğal başlangıç yeri Unter den Linden’ dir. Bende öyle yaptım ama ufak bir farkla. Oraya gitmek için Postdamer Platz metro durağına gittim ve gezinin başlangıcına Brandenburg Kapısının hemen güneyinde yer alan Yahudi Soykırımı Anıtı’ nı ekledim. Böylece o bölgeye bir daha sırf bu anıt için gelmeme gerek kalmayacaktı.

Berlin 1990’ larda bir yandan tekrar bütün bir şehir olmanın vermiş olduğu coşkuyu yaşarken; bir yandan da acı dolu geçmişiyle hesaplaşmaya çalışıyordu. Şehrin pek çok yerinde savaş kayıpları için anıtlar varken parlamento bunun yeterli görmüyor olacaktı ki, şehrin belki de en kıymetli alanlarından birine, hem de sözgelimi Pariser Platz’ dan daha büyük bir alana yeni bir anıt yapılmasına karar verildi. Sonuç olarak 3000’ e yakın koyu gri ve çeşitli ebatlardaki prizmatik kütlelerden oluşan bir anıt yapıldı.

 

Anıtın tek bir girişi yok. Ziyaretçiler istedikleri noktadan kütlelerin arasına girip kendi yollarını çiziyorlar. Kütlelerin yükseklikleri değiştiği gibi yürüdüğünüz zemin de dümdüz değil. Diz seviyesine gelen kütleler olduğu gibi aralarında tamamen kaybolduğunuz kısımlar da var. Tabi anıt daha çok turistik bir nesneye dönüşmüş durumda. Kütlelerden alçak olanları, insan gruplarının üzerine çıkıp fotoğraf çekilmelerine maruz kalıyor. Diğerleri ise en çok çocukların hoşuna gidiyor: Ebeveynlerinden kaçıp onları saklambaç oynamaya zorluyorlar.

Soykırım anıtını geçip kuzeye doğru yola devam edince haşmetli Brandenburg Kapısına varırsınız. Akropolis’ in girişinde bulunan Propylaea’ dan modellenen kapı 1791 yılında inşa edildi. Kapı, hemen ilerisindeki Siegessaule ile birlikte Alman askeri gücünün sembolü haline geldi.

 

Branderburg Kapısı önemli bir yere girmekte olduğunuzu hissettirebiliyor. Bu önemli yer ise Pariser Platz ve hemen devamındaki Unter den Linden’ dir. Pariser Platz, güzel mimari çizgilere sahip önemli binalarla çevrili bir meydandır. Savaş sırasında büyük hasar alan meydan, sonradan yenilenirken katı mimari sınırlamalarla inşa edildi. Dış cephelerin taş olması zorunlu tutulmuş ve böylece mevcut binalara uyum sağlayan güzel bir meydan ortaya çıkmış. Bu binalardan en meşhuru Frank Gehry’ nin yaptığı DZ Bank binası. Açıkçası dışarıdan sade ama şık bir bina ama sanırım muhteşemliği binanın içinde. DZ Bank binası konulan tüm şartlara uyarken, hemen yanında yer alan Academic der Künste binası ise nasıl olduysa mimari kuralları sağlamadığı halde izin almış. Çelik ve camdan ibaret olan binan diğerlerinden farklı olsa da kesinlikle çirkin değil. Meydandaki diğer bir meşhur bina ise Hotel Adlon binasıdır. Avrupa’ nın en meşhur otellerinden biri olan Adlon, savaşın son günlerinde tamamen yıkılmış olsa da aslına sadık kalınarak tekrar inşa edilmiş.

Bunlar ve anlatamadığım diğer güzel yapıların arasından geçince karşınıza gelen caddenin adı Unter den Linden’ dir. Cadde adını fideleri Friedrich Wilhelm tarafından dikilen ağaçlardan almıştır. Gerçi bu ağaçlar Hitler döneminde sökülmüş ve günümüzdeki ağaçlar savaş sonrası dikilenlerdir. 18. yüzyıldan beri Berlin’ in ana bulvarı olması, bütün önemli binaları etrafında toplaması sonucunu doğurmuş. Spree Nehri’ ne kadar dümdüz devam eden bulvara neoklasik ve gotik tarzı hakim. Savaştan sonra yapılar o kadar iyi restore edilmiş ki, bu 18. ve 19. yüzyıl yapılarının bir savaş atlattıklarına inanmak çok zor.

 

Unter den Linden’ e geri dönecek olursak, Humboldt Üniversitesinin hemen karşısında yer alan heykel Büyük Friedrich’ e ait. Savaştan sonra heykel yerinden sökülerek Potsdam’ a götürülmüş ama 1981’ de tekrar eski yerine taşınmış. Açıkçası bu taşınmaların nedeni konusunda bir fikrim yok ama heykelin orijinal yerinde olduğunu bilmek güzel. Humboldt Üniversitesi ise 1748 yılında inşa edildiğinde Büyük Friedrich’ in kardeşine bir saray olarak yapılmış. 19. yüzyılın hemen başındaysa okul olarak kullanılmaya başlanmış.

 

Caddenin sonuna doğru Zeughaus olarak bilinen Alman tarihi müzesi, savaş kurbanlarına ithafen bir anıt olan Neue Wache ve Büyük Friedrich tarafından inşa ettirilen Babelplatz gibi başka önemli binalar bulunur. Fakat o noktadan sonra Berlin Katedrali görüş alanıma girdiğinden o civarda daha fazla vakit geçiremedim ve katedrale yönlendim.

Berlin Katedrali, İmparatorluk Almanyası’ ndan kalma ve her nasılsa Doğu Alman yönetiminin elinden kurtulmuş çok büyük bir yapıdır. 20. yüzyılın hemen başında inşa edilen yapı, Hohenzollern ailesinin özel kullanımına aitti. Büyük kubbe ve her bir kenarında daha küçük birer kubbeden oluşan şekliyle Roma’ daki St. Peter’s Katedrali örnek alınarak inşa edilmiş. Bina savaş sırasında hasar almış ve tekrar yapılırken çok az da olsa sadeleştirilerek yapılmış. İçine girdiğinizde ibadet etmekten çok Hohenzollern ailesinin gücünü gözler önüne serme amacında olan bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. Bunu kanıtlarcasına ailenin 6 önemli üyesinin heykeli katedralin içini süslüyor.

 

Köln’ de gördüğüm St. Gereon ya da Gross St. Martin estetik açıdan bana daha güzel geldi ama Berlin Katedralinin kütlesi ikisinde de yok. Zaten Köln’ dekiler diğer yapıların ve ağaçların arasında kaybolmuş yapılardı. Berlin Katedrali ise çok uzaklardan bile fark edilebilen bir yapı. Bu farkında en önemli sebebi, Köln’ dekilerin gerçekten ibadet için; Berlin’ dekinin ise daha önce dediğim gibi gösteriş amacıyla inşa edilmiş olmasıdır.

 

Yeri gelmişken belirteyim. Berlin’ de dolaşırken mutlaka bir yürüyüş planı dahilinde dolaşın. Günü önceden planlamazsanız sağda solda gördüğünüz binalar sizi kendisine çekeceğinden sonunda dağılır gidersiniz. O yüzden mutlaka bir yürüyüş planınız olsun. İlk günkü planım Spree’ nin doğusuna hiç geçmeden unter den Linden ve Tiergarten bölgesini gezmekti. Berlin Katedrali yüzünden planımdan biraz ayrılmıştım ama daha fazla uzaklaşmadan görmek istediğim diğer bir tarihi yapıya yönlendim.

Aslında buraya yapı demektense meydan demek daha doğru olur. Gendarmenmarkt olarak bilinen iki büyük kilise ve konser salonu olarak kullanılan Konzerthaus’ u içeriyor. Bölge aslında Berlin’ in en büyük Pazar alanıymış fakat 1736’ da o bölgeye jandarma kontrol merkezi kurulunca bölgenin ismi konuşuvermiş: Gendarmenmarkt.

 

Berlin’ in huguneot cemaatinin ibadet etmesi için yapılan Französischer Kilisesi sonradan eklenen barok kulesiyle Berlin’ in en dikkat çekici yapılarından biri haline geldi. Karşısında yer alan Deutsher Kilisesi ise 1708 yılında şehrin Lutheran cemaati için inşa edilmiş. Tarz olarak Französischer Kilisesi’ nin ikizi olarak yapılan kilise şimdi müze olarak kullanılıyor. Açıkcası şehirdeki onlarca müzeyi gezdiyseniz görebilirsiniz. Aksi halde benim gibi sadece dış mimarisiyle ilgilenmeniz, başka yerlere vakit kalması açısından daha iyi olur. Konzerthaus binası ise 1817 yılında, daha önce orada bulunan fakat yanan Ulusal Tiyatronun yerine yapılmış. Şimdilerde orada konser veren bir orkestraya ev sahipliği yapıyor (yanılmıyorsam Radyo Senfoni Orkestrası.)

 

Berlin’ deki birinci günümde Unter den Linden bölgesinden bu noktada ayrılıp Tiergarten bölgesine gittim. Bölgenin kalanını ise ikinci günümde gezdim. Konu bütünlüğü bakımından –daha doğrusu coğrafi bütünlük- bu bölgeye devam ediyorum.

 

Unter den Linden’ i iyi kötü dolaşınca sıra görmek istediğim diğer iki bulvara geldi. Bunlardan ilki, Alexanderplatz’ ı Potsdamerplatz’ a bağlayan cadde olan ve şehrin ana trafik yükünü çeken Leipziger Bulvarı’ ydı. Bu cadde de savaş sonrası büyütülen ve işlevi biraz değişen bir caddedir. Savaş öncesinde alışveriş merkeziyken, savaş sonrasında yüksek katlı apartmanlara ev sahipliği yapıyor. Şehrin eski yapılardan oluşan merkezine bu Doğu Alman yapılarını yakıştırmayanlar da olabilir ama çevresiyle bir uyum içinde olan bu yapıları sevdim.

Dev binaları geçip Friedrichstrasse’ ye yaklaştığınızda yolunuzu değiştirip biraz güneye gitmek için çok geçerli bir sebebiniz var. Savaşı ve bölünmeyi en derinden yaşayan kent olan Berlin’ in o günleri anmak için koruduğu Checkpoint Charlie’ yi (Charlie Kontrol Noktası) görmeden geçmeyin. Checkpoint Charlie soğuk savaş döneminin en önemli yerlerinden biriydi. Alman olmayanların, Doğu ve Batı Berlin arasındaki ana geçiş noktası burasıydı. Günümüzde o günkü uygulamaları ancak fotoğraflardan görebiliyoruz. Berlin’ in yaşadığı trajediyi biraz olsun anlayabilmek için fotoğrafları görmeden geçmeyin.

 

Diğer önemli bulvar ise Under den Linden ve Leipziger Bulvarını dik kesip şehir merkezini güney-kuzey ekseninde geçen Friedrichstrasse’ dir. Diğer iki bulvarın önemine rağmen bu ikisi diğer önemli başkentlerdeki alışveriş bulvarlarının yerini tutmuyor. Berlin’ de bu önemli görevi Friedrichstrasse üstleniyor. Savaş öncesinde de hareketli bir yermiş fakat savaşta büyük –her yer gibi- büyük hasar almış. Tekrar yapılırken çok daha geniş olarak inşa edilmiş. Artık lüks ve seçkin mağazaların bulunduğu geniş bir bulvar görünümünde ve görmenizde fayda var.

 

Böylece Berlin’ in merkezi sayılan Pariser Platz, Leipziger Platz, Spittelmarkt ve Zeughaus ile çevrili bölgenin oldukça büyük bölümünü bizzat adımlamış oldum. İsteyip de göremediğim kısım Wilhemstrasse ve çevresindeki yapılar oldu. Özellikle bu bölgede metroyu kullanmayıp mümkün olduğunca çok sokak gördüğüm için memnunum.

Birinci günümde Gendarmenmarkt’ ı gezdikten sonra metroyla Tiergarten’ ın güney batı ucuna giderek burada yer alan Kaiser Wilhelm Gedachtniskirche (yazması amma da zormuş) vardım. Şehirde gördüğüm tüm savaş anıtları arasında kesinlikle en etkilisi ve gerçeği bu kilise oldu. 19. yüzyılın sonunda yapılan kilise 1943’ de bir İngiliz bombardımanında zarar görmüş. Neredeyse yerle bir olan diğer kiliseler eski haline getirildiği halde, sadece onarılması kolay olan çatı kısmından hasar almış olan bu kilise onarılmadan bırakılmış. Çok da iyi yapılmış; o kilisenin çatısını parçalayan uçağın nasıl süzüldüğünü, bombayı nasıl bırakıp tekrar gökyüzüne yükseldiğini ve aynı işlem için şehrin başka bir noktasına doğru alçaldığını görebiliyorsunuz. Berlin o kadar iyi restore edilmiş ki o çatısı yıkık kiliseyi görene kadar sanki 1000 yıldır aynı halde olan bir şehirde gezdiğinizi düşünüyorsunuz. Oysa şu ana kadar anlattığım yapıların neredeyse tamamı savaş sonrasında yapılmıştı, yani 50 yıllık binalardı.

 

Kaiser Wilhelm Kilisesinden sonra tekrar metroya binerek Potsdamer Platz’ a döndüm. Şehrin birleşme sonrası modern yüzünü Sony Center’ da görmeniz mümkün. Cepheleri tamamen camdan oluşan ve dairesel planda yerleştirilmiş yapı bütününün çok şık camdan bir çatısı var. Bir yandan açık hava bir yandan da şık bir kapalı alan sunuyor. Bu yazının bir kısmını yazmak için oturduğum çok şık kafeler var. Söylendiğine göre, sağladığı geniş alan özellikle futbol maçları sırasında kurulan dev ekran televizyonlar sayesinde stadyumları aratmayacak hale geliyormuş.

 

Sony Center’ ı geride bırakınca dünyanın en önemli müzik mabetlerinden biri olan Philarmonie binasına geliyorsunuz ama o konuya birazdan geri döneceğim. Yolun devamında karşınıza çıkan ağaçlar çok büyük bir parkın habercisi. III: Friedrich için bir avlanma alanı olarak tasarlanan park, şehirdeki her yapı gibi savaştan ağır yaralı çıktı. Savaş sonrası kıtlık yıllarında aç insanlara besin sağlamak için patates gibi bitkilerin tarımı da yapılmış ama sonraları eski haline kavuşturulmuş. Park gerçekten çok büyük ve parktan çok doğal bir orman görünümünde. Küçük yürüme yolları sayesinde parkın içinde oldukça fazla rota yaratmanız münkün. Günün yorgunluğunu atmak için parkta bir banka oturup dinlenmeniz –ve şehirle ilgili yazdığınız yazıya devam etmeniz- iyi olur. Çünkü buraya kadar gelmişken biraz daha yürüyüp Siegessaule’ yi görmeden gitmeniz yazık olur.

Tiergarten içinde 4 büyük bulvarın kesiştiği yerde Siegessaule bulunur. Prusya’ nın askeri başarılarını kutlamak için –daha çok Fransa’ ya karşı- yapılmış. Daha önce Reichstag önünde iken 1938’ de Hitler’ in emriyle şu anki yerine taşınmış. Bu arada zaferi simgeleyen kanatlı heykelin yönü de sembolik olarak Fransa’ ya bakıyor.

 

Siegessaule’ den sonra parkın içinde kendime başka bir rota çizip güneye doğru, Philharmonie’ ye yöneldim. Aradığım bina Tiergartenstrasse üzerinde sarı renkli şekilsiz bir yapı olduğundan bulması çok kolay. Bu şekilsiz bina, mükemmel bir akustiğe sahip olması için tasarlanmış ve barındırdığı orkestranın dünyaca ünlenmesine katkısı tartışılmaz. Filarmoni Orkestrası asıl ününe, meşhur şefi Herber von Karajan döneminde ulaştı. Şimdilerde Sir Simon Rattle tarafından yönetilen orkestra, yapılan yorumlara göre katı Alman geleneğinde sıyrılma yolundaymış.

 

Salonda çok çeşitli bilet seçenekleri var. Zaten salonun içine girince binanın şekilsizliğine anlam verebiliyorsunuz. Koltuk grupları değişik yüksekliklerde ve şekillerde tasarlanmış. Böylece hem sahnenin görülmesi hem de akustik açıdan doğru sesin gelmesi sağlanmış. Her koltuk grubunun bilet fiyatları da değişken. A ve B gruplarını tavsiye ederim ama biletimi 3-4 hafta önceden almama rağmen ancak B grubunda yer bulabildim. Bazı konserlerin biletleri ise 3-4 ay önceden tükenebiliyor. O yüzden nerede bilet bulursanız razı olun.

Türkiye’ de CSO’ nın konserlerine gidiyordum ama Filarmoni’ nin ortamı çok farklı. Salonda takım elbise giymeyen 3-4 kişiden biriydim ve sırt çantasıyla gelen tek kişiydim. Işıklar sönene kadar salondan atılır mıyım endişesi yaşadım ama ışıklar söndükten sonra görevlilerden bir şekilde kaçarım diye düşündüm.

 

Sanatçıların salona girişi de CSO’ dakinden farklı. Filarmoni’ de önce üflemeliler ve vurmalılar giriyor ve salondan sakin ama hepsinin girişi bitene kadar alkış geliyor. Arkadan yaylılar giriyor ve yine hepsi girene kadar alkış devam ediyor. En arkadan solist ve şef geliyor. Konser hakkında daha fazla yazamayacağım. Klasik tabirle, anlatılmaz yaşanır diyebiliyorum!

 

Berlin’ deki ilk günümü Filarmoni konseriyle bitirdikten sonra ikinci günü Spree Nehri’ nin kuzeyine ayırdım. Çizdiğim rotanın ilk durağı Berlin Duvarı anıtıydı. Bernauerstrasse ve Ackerstrasse’ nin kesiştiği bölgede Berlin Duvarı’ nın bir kısmı korunmuş ve ziyarete açılmış. Açıkçası duvarın bir parçasını görmüş olmak Berlinlilerin yaşadıklarını anlamaya yetmiyor ama yine de yaşanan acıların en önemli şahidini (ve aslında nedenini) görmeden gitmemek gerekir. Yolun karşısında ise Documentation Center adında bir bilgi merkezi bulunuyor. Fotoğraflar, ses kayıtları ve diğer belgelerle duvarın anısını gelecek nesillere taşıyorlar.

 

Duvar anıtını gezdikten sonra sokakları geze geze güneye yöneldim. Bu bölgede görmek istediğim önemli bir yapı Neue Synagoge idi. Sinagogun bulunduğu çevre 17. yüzyıldan itibaren Yahudilerin yoğun olarak bulunduğu bir yerdi. Neue Synagoge’ u 60 sene boyunca Berlin’ in merkez sinagogu oldu. Nazi döneminde saldırılara uğradıysa da kullanılmaya devam etmiş. Fakat 1943’ deki bir bombardımanda ağır hasar almış ve savaştan sonra bir yıkıntı olarak kalmış. 1958’ de tehlike oluşturduğu gerekçesiyle bazı kısımları tamamen yıkılmış. Uzun yıllar öylece bekledikten sonra en sonunda 1988’ de restore edilmeye başlanmış. Tadilat 1995’ de bittikten sonra da yapı müze olarak kullanılmaya başlanmış. Tarz olarak şehirdeki kiliselerden ayrılıyor. Daha oryantal bir havası var ve çok heybetli bir yapı.

 

Sinagog’ a çok yakın olan başka bir dini yapı ise Sophien Kilisesi’ dir. Kilisenin arsasının Protestan cemaatine armağan olarak Yahudi cemaati vermiş. 1712’ de yapılan yapı, şehirdeki en güzel barok yapılardan biri konumunda. Kilisenin 70 metrelik kulesi daha sonra eklenmiş. Zaten bu kulesi olmasa binaların ve ağaçların arasında fark edilmesi zor olurdu.

Sophien kilisesinden sonra yolumu Hackestermarkt üzerinden Alexanderplatz’ a çevirdim. Doğu Berlin’ in 40 yıllık ayrılığında Unter den Linden geçmişin ihtişamını yansıtsa da; Alexanderplatz ve çevresi sosyalist bir ülkenin modern başkentini temsil ediyordu. O yüzden savaş öncesi dönemden bu bölgede kalan yapı çok azdır. TV kulesi ve çevresi savaştan sonra tamamen temizlenerek geniş alanlar ve bulvarlar yaratılmış.

 

Fernsehturm olarak bilinen televizyon kulesi, 365 metrelik yüksekliğiyle Batı Avrupa’ nın en yüksek yapısıdır. 1960’ ların çetin siyasi koşullarında daha çok bir siyasi manevra olarak, Doğu Almanya’ nın kalıcılığının sembolü olarak yapılmış. 1969’ da bitirilişinden itibaren turistlerin en çok ilgi gösterdiği yapılardan biri oldu. Bugünlerde ise, onu üreten rejimin tarihe karışmasından sonra turistik değeri daha da artmış gözüküyor. Mimari açıdan savunulabilir pek bir tarafı yok ama yine de kentin değişmez bir parçası durumunda ve sağladığı inanılmaz görüş alanı sayesinde Berlin’ i kuşbakışı izleyebiliyorsunuz. Soğuk ve yağmurlu bir günde bile önünde uzun kuyruklar oluşabiliyor, dolayısıyla kuleye çıkacaksanız 1 saat kadar sıra beklemeyi göze almalısınız.

 

Kulenin gölgesinde yer alan Marienkirche Berlin’ in en eski kilisesidir. Kilisenin 1270’ lerde yapıldığı düşünülüyor; sonradan eklenen kulesi ise 1460’ larda eklenmiş. Kilisenin basitliği, Berlin’ in köy zamanlarından kalma olduğun açık bir belirtisi. Marienkirche’ nin yanından devam edip su seslerini takip ederseniz Neptunbrunnen’ i göreceksiniz. Çok yaratıcı ve benim hoşuma giden bir çeşme oldu. Daha sonra araştırınca, Neptun’ un etrafındaki 4 kadın figürünün, Almanya’ nın 4 önemli nehrini simgelediğini öğrendim: Ren, Vistula, Oder ve Elbe.

 

Çeşmeden Spree Nehri’ ne doğru yönlendiğinizde Rotes Rathaus’ un yanından geçeceksiniz. Berlin’ in “kırmızı belediye binası” adını kullanılan taşların renginden alıyor. Tabi kullanıldığı dönemin politik temasına uygun bir isim aynı zamanda. Kütleli bina halen şehrin yönetim merkezi olarak hizmet veriyor. Bu noktadan sonra Nikolaiviertel tarafına yönleniyorum. Pazar günü olmasına rağmen turistlerin ilgisini çeken bir bölge burası. Küçük dükkanlarda sevimli eşyalar, güzel kafeler var. Spree’ nin batısındaki lüksten ve haşmetten burada fazla eser yok. Daha sevimli ve kendi haline bir bölge imajı oluşturdu bende.

 

Artık tekrar Spree’ yi geçme zamanı geldi. Daha önce yazdığım gibi Leipzigerstrasse ve Friedrichstrasse’ yi gezdikten sonra hedeflediğim son önemli bina olan Reichstag’ a yönlendim. Reichstag çok çekici bir bina değilse de tüm Almanya’ nın en önemli anıt binalarından biridir. 19. yüzyılın sonlarına doğru inşa edilen binada, 1918’ de Alman Cunhuriyeti’ nin ilanı duyuruldu. 1933’ de tarihe Reichstag yangını olarak geçen be sonucunda Hitler hükümetinin tüm ilkede sert önlemler almasıyla sonuçlanan olayı yaşadı. Savaş sırasında müttefik birliklerince kullanıldı ve savaş sonrasında 1971’ e kadar ilgi gösterilmedi. O yıldan sonra ise tadilat gördü ve müze olarak kullanılmaya başlandı. Öneminin zirve yapması ise, 1990’ da birleşmiş Almanya’ nın binayı tekrar parlamento binası olarak kullanmaya karar vermesiyle yaşandı.

 

Böylece tren saatimin yaklaşmasıyla tren istasyonuna doğru yürümeye başladım. Benim için gerçekten unutulmaz bir kent oldu Berlin. Sonradan yaptığım hesapla 2 günde yaklaşık 30 km kadar yürüdüğümü hesapladım (abartma yoktur, Google Earth ile ölçülmüştür.) Yine de an azından 4-5 gün daha bu şekilde dolaşabilmeyi isterdim. Bu süreden sonra da müzeler ve diğer binalar için 1 hafta kadar daha gerekir sanırım en azından. Siz bu kadar yürümeyi tercih etmeyebilirsiniz ama görmek istediğiniz yerleri baştan belirleyerek ve mutlaka plan dahilinde dolaşarak zamanınızı en iyi şekilde değerlendirebilirsiniz.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir